Yirminci Yüzyıl ve Sanatçı Andrei Tarkovsky

23 min


1
1 point

1984’te St. james festivali çerçevesinde bir Andrey Tarkovski filmleri retrospektifi düzenlendi. Tarkovski Londra’daki kiliselerden birinde “Kıyamet Kelamı” başlıklı konuşmasını yaptı. Izleyicilerle buluştu, “Bir Filmin Yaratılması ve Sanatçının Sorumluluğu” üzerine konuştu ve soruları cevapladı. Bugün bu çerçevedeki iki toplantının kayıtlarını okurlarımızın dikkatine sunmak istiyoruz.

lşimov – R. Shejko, 1984 *

İKİNCİ TOPLANTI

Tarkovski: Sohbetimizin konusu, sanatçının sorumluluğu meselesi, bir şekilde önceden belirlendi. Ama İtalya’dan buraya gelirken, bundan bahsetmenin o kadar da kolay olmadığını fark ettim.

Sanatçının sorumluluğu ne anlama gelir? Her şey gelip, sanatçıların bu sorumluluğu kendi içlerinde ne denli yoğun hissettiklerine dayanıyor. Nasıl olur da insan böyle bir sorumluluğu başkalarından bekler! En küçük bir talep bile düşüncesizlik olur. Bu yüzden de sanırım konuyla ilgili, ama biraz farklı bir şeyden bahsetmek anlamlı: Gündelik hayatta sanatın rolü. Bugün sanatın kendini derin bir bunalım içinde bulduğu kuşkusuz çok açık. Çeşitli sosyal koşullara ve durumlara ya da halkın ilgisizliğine bağlı bir şey değil bu. Bu sorunun kökeni başka bir yerde yatıyor. Çünkü halk sana da ilgili, sanatçılar da halkla iletişim kurmanın yollarını ve imkânlarını arıyorlar, ama halk da sanatçılar da iletişimin yeterliliğinden, etkileşim imkânlarının yeterliliğinden yana sıkıntılılar. Sana da yakından ilgili olanlar bu sorunları anlıyorlar. Belli ki sorun, sanatın manevi gücünü giderek yitiriyor olması. Gözlerini çoktan tümüyle farklı başka bir şeye dikti, o şey de araması ya da uğruna çabalaması gereken bir şey değil. Bu da büyük ölçüde halktan kaynaklanıyor, nihayetinde sanatta olup biteni halk etkiliyor.

Öyle bir noktaya geldik ki, baskın çıkan bir biteviyelik hissi yüzünden sanat eğlence muamelesi görüyor. Dramaya ve drama tarihine baktığımızda, tiyatronun değişen derecelerde her zaman bu amaca hizmet ettiği açık. (Antik dönemdeki ya da Ortaçağ’daki gizemli oyunlardan bahsetmiyorum.) Sinema ise daha en baştan prensipte ticari bir sanattı. Fakat sinemada tuhaf gelişmeler oluyor. Alt üst edici gelişmeler bile diyebilirim. Çünkü seyirciler almak istediklerini aldılar, genel olarak da sinemadan ayaklarını kestiler. Şükürler olsun ki ayaklarını kestiler. Çünkü burada koşullara yönelik bir eleştiri söz konusu: Seyirciler, bugün çağdaş sinema diye sınıflandırılan şeyle tatmin olmuyorlar artık. Başka sanatlarda, örneğin figüratif sanatlarda da durum çok, ama çok vahim. Kısacası, bu kriz maneviyat eksikliğinden doğdu.

Ticari olmayan sanatla, yani insanların iç dünyasına odaklanan sanata geçinmenin imkânsız olduğunu herkes bilir. Ünlü yazarlar, ticari bir film çekebilmek için senaryolar yazmak zorunda kalıyorlar artık; on yıl önce herkesin gözünde büyük başarılar kazanmış olanlar bugün perişan işler çıkarıyorlar. Başka bir deyişle, bir Rönesans’tan bahsedemeyeceğimiz ortada.

İçimi parçalayan en önemli sorun bu belki de. Ben ne yapabilirim? Bu sonuçta benim de suçum var mı, varsa ne kadar var?

Ivanovo Detstvo, Ivan’s Childhood (1962)

Birçok meslektaşım gibi ben de suçluyum, sanatın hangi amaca hizmet etmesi gerektiğini unuttuk, yaratıcı kariyerlerimizi tehlikeye attık. Kısa süre önce Roma’da Centro Sperimentale di Cinematografia’da bir grup genç insanla tanışma fırsatı buldum, beni hayrete düşüren bir şey oldu: Sanatçı ve film yönetmeni olmak isteyen genç bir adam, fahişe olacağını önceden bilerek sinema okuluna kaydolduğunu söyledi. Esasen bu durum, istisnasız herkes için geçerli.

On dokuzuncu yüzyıl edebiyatının meşhur sosyal temalarından birisi, büyük şehirde servet kazanmak için yollara düşen genç adamın hikâyesiydi. Bu klasik tema Amerikan ve Fransız edebiyatında, başka edebiyatlarda da gayet iyi bilinir. Hikâye az çok dramatik biçimde sona erer, kahraman hayalini yitirir; bu manevi dramı konu alan birçok roman yazılmıştır. Bugünse sanat alanında hayata atılan genç insanlar, daha öğrenci olarak çalışırlarken ticari sinema alanında kariyerlerini nasıl yoluna sokacaklarını biliyorlar. Film yönetmeni olmayı isteyen insanların düşünceleri bugün artık bu şekilde değişmiş bulunuyor. Bunun da gerisinde çeşitli sebepler yatıyor.

Hepiniz biliyorsunuz, Doğu’nun -Doğu derken derin, geleneksel Hindu ve Japon kültürleriyle Uzakdoğu’yu kastediyorum- tersine, Batı her zaman pragmatik olmuştur. Sonuçta Batı’da insanlara özgürlüğü deneyimleme imkânı tanıyan demokratik kazanımlar, esasen Batılıları kendileri dışında birine inanmaktan yoksun bırakmıştır. Bir anlamda bu Batı demokrasisi benmerkezcidir. Batı kültüründe de durum budur. İyi bilinen bir yöndür, üzerinde uzun uzadıya durmak istemiyorum.

Batı’da bir başyapıtı başyapıt kılan nedir? Bu konuda ne söyleyebiliriz? Daha Rönesans zamanında? Bu hep, insan ruhunun binlerce arzuyu dile getiren çığlığı olmuştur: bakın ne kadar mutluyum, bakın ne kadar mutsuzum, bakın nasıl acı çekiyorum, bakın nasıl seviyorum, bakın ne belalarla çevrelenmişim, bakın kötülüğe karşı nasıl mücadele ediyorum, bakın kötülüğün ağırlığı altında nasıl mahvoluyorum, bakın nasıl galip çıkıyorum. Başka bir deyişle, ben, ben, ben, ben, ben… (Yanlış bir şey söylüyorsam, soru sorabilir, söylediklerime itiraz edebilirsiniz.)

Klasik Doğu sanatından bahsettiğimizde, Doğu sanatının yüzlerce yıllık tarihinden bahsetmiyoruz, iki bin, üç bin yıldan bahsediyoruz. Mesela, Doğu müziğine bakın… İtalya’da, son filmim Nostalghia’yı çekerken M. Ö. yaklaşık altıncı yüzyıldan Taocu müzikle tanıştım. Filmime koydum. Hayret verici bir müzik, içkin biçimsel niteliklerinden bahsetmiyorum bile. Doğu’da tam tersine, bütün anlam ‘kaybolmakta’, ‘kaynaşmakta’ yoğunlaşıyor.

Doğu maneviyatının içe dönüşü bir şekilde bu müzikte ifade edilmiş. Bir manevi çöküş, kişisel olan etrafındaki dünyanın tamamını kendi içine çekiyor. Böylece bütün dünya nefes alıyor, ama manevi anlamda.

Batı ve Doğu kültürleri arasındaki bu sınırı, bu farklılığın bugün nasıl göründüğünü vurgulamak için gayet kalın ve kaba hatlarla belirlemek istiyorum. Dünya medeniyetinin tamamen Doğu kültürüne, Çin, Japonya ve Hindistan’ın kültürüne dayandığı düşüncesine hiçbirinizin itirazı olmaz. Doğu barbarlığının Batı’nın özgürlük ve demokrasi sevgisine ters düştüğüne de. Fakat hepten haklı olmadığımı, Batı müziğinde de Bach gibi kişilikler çıktığını söyleyecek olan anlayışlı dinleyicilere de katılırım. Ama biliyorsunuz Bach ‘kara koyun’du. Gelenekle ortak bir noktası yoktu, tam tersine manevi bir anlamda gelenekle bağlarını koparmıştı.

Tanrı’yla ilişkisi kesinlikle medeniyetin dışındaydı. Batı’da insanın kendini yaratıcılığında kaybetmesinin, kendi kendini feda etmesinin imkânsız olduğu yönündeki görüşümün altını çizen de ancak bu istisna olabilir. Çünkü insanın kendini yaratıcılığında kaybetmesi, kendi kendini feda etmesi, gerçek bir sanatçıya yaraşan bir eylemdir. Mesela on üçüncü, on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Rusya’da yapılmış ikonalara bakın. Sanatçının imzalamış olduğu bir tek ikona bile yoktur. İkona ressamı kendini bir sanatçı olarak görmüyordu. İkonalar yapabiliyorsa, Tanrı’ya şükrediyordu, çünkü zanaatıyla, mesleğiyle Tanrı’ya hizmet ettiği inancındaydı. Esasen ibadet ediyordu ve çalışmasının da özü buydu.

Başka bir deyişle, yaratıcı süreçte egonun bulunmamasından bahsediyorum. Biliyorsunuz, bütün Rönesans, mesela İtalyan Rönesans’ı inanılmaz derecede şişkin bir hırsı temsil eder. Batı Rönesans’ının başarılarını küçümsüyor değilim. Yalnızca şunu söylemeye çalışıyorum: Bir zamanlar Doğu ve Batı klasik sanatları arasında görülen karşılıklı bağımlılık, bugün çağdaş Batı sanatıyla klasik Batı sanatı arasında görülen karşılıklı bağımlılık ve uçurumun aynısıdır. Doğu’dan Batı’ya doğru sürekli bir geçiş yaşanır, ama Batı’dan hiçbir şey çıkmaz. Kısacası kayıp, sefahat ve manevi entropi yaşanıyor. Batı demokrasisini algılayıp benimsemek adına elimden gelen her şeyi yaparım, ama şunu söylemem gerekir ki Batı demokrasisi insanları manevi hayatlarını deneyimlemekten yoksun bırakmıştır. Batılı entelektüelin varoluşçuluğunda maneviyat zorunlu değildir. Beni affedin, eleştirmiyorum, çünkü hayatımızın başka yönlerini daha fazla eleştirebilirim, gayet iyi bildiğim yönleri, ama bunlardan bahsetmiyorum.

Bugün Batı’da bulunduğumuzdan, sizin ve benim için şimdi önemli olan şeylerden bahsetmek istiyorum.

Batı demokrasisi üzerinden insanlara verilen özgürlük ve güvenceler, bir şekilde onları manen çok, çok güçsüzleştirir. Ama lütfen, bu noktada, toplumun manen yüksek bir seviyeye erişmesi için toplumsal baskıyı korumak gerektiği ya da zor kazanılmış demokrasiyi reddetmek gerektiği düşüncesini savunduğum düşünülmesin. Sizler gibi, ben de bu tür duygulardan çok uzaklaştım, ya da ben öyle sanıyorum.

Stalker (1979)

Peki, o halde, hiçbir şeyin artık bizi ilgilendirmediği, bağışlayın beni ama çingeneler gibi yaşadığımız şu günlerde paradoks nerede yatıyor? Gerçi bu kötü bir örnek oldu, çünkü çingeneler sizden ve benden daha özgürler. Söylemek istediğim, yarını düşünmüyor olduğumuz. Yarın bizi ilgilendiriyor olsaydı, bugünkü hayat tarzımızı sürdürüyor olmazdık. Hayat kontrolümüzden çıktı, Batı’nın en demokratik ülkelerinde bile. Nihayetinde bütün bunlar kaçınılmaz olarak kültürümüzü etkiliyor. Bütün bu ayrıntılar, çağdaş edebiyatın, çağdaş romanın, sinemanın krizi, bütün bunlar önemsiz, boş şeyler; iç hayatımız ile toplumsal durumumuz arasındaki ilişkinin tümüyle mantıksal sonucu bunlar.

Gelgelelim, sanatın her zaman bir kriz durumunda olduğu söylenebilir. Dahası, ekonomik, toplumsal anlamda bir Rönesans’ın daima kültürel anlamda bir Rönesans’a denk düştüğünü iddia etmek yüzeysel olacaktır. Bu sosyolojik görüş ancak vulger biçimde çarpıtarak bu kapsamda düşünülebilir. Fakat manevi bir Rönesans’ı ekonomik bir rönesansla karşılaştıracak olursak, oransızlık, uyuşmazlık görürüz. Rusya’da, Rus-Japon savaşındaki yenilgiyle başlayıp 1 9 1 7 devrimine dek süren o meşhur tepki dönemine bakın, bir kriz ve manevi çürüme dönemiydi. Bunun Rus kültüründeki son Rönesans olduğu gayet iyi bilinir, 1 9 1 7’de de değil, daha sonraları, 1920’lerin sonunda bitmiştir. Burada tam bir kesinlik heveslisi de değilim, Batı’da entelektüeller sanat, felsefe ve din üzerine çalışmışlardır… Kısacası bu, manevi hareketliliğin bazı ekonomik başarıları da kabaca açıklanmasına karşı geliştirilen argümanlardan birine örnektir.

Peki, bugün bize ne oluyor? Gerçekten de sizi rencide etmeyecek kelimeler bulmaya çalışıyorum. Çünkü doğal olarak, kendimi bu iddiaların dışında tutuyor değilim. Anlam şurada: Manevi dünyamızı kaybettik, ona ihtiyaç duymayı bıraktık. Neden peki? Şu basit gerçek karşısında, böyle bir soru yöneltiyor olmam karşısında bir duralım. Şöyle de görülebilir; manevi dünyamızı kaybetmemizin hiç zamanı değil. Çünkü ister siyasal, ister manevi, ister sosyal anlamda olsun, gezegende böyle zor bir durum hiç yaşanmadı.

İnsanlar iddia ettiğim şeylere itiraz edebilirler. Diyorlar ki, tarih boyunca her zaman zor dönemler yaşandı, entelektüeller her zaman dünyanın sonunun geldiğini, Kıyamet’in yaklaştığını, yaşamanın imkansız olduğunu, hiç özgürlük olmadığını, vs. haykırdılar. Ama öte yandan, mesela Montaigne’in hatıralarını da açabilirim… Kendisi, gayet iyi bilindiği üzere Fransa’da çeşitli din savaşlarının zirveye tırmandığı, kanın sel olup aktığı, Katoliklerin Protestanları boğazladığı, soyulup sağana çevrilmeden bir kaleden diğerine gitmenin imkânsız olduğu, köylerin ve kentlerin yakıldığı, yol kenarlarında darağaçlarına rastlandığı bir dönemde yaşamıştı. . . Buna varoluş demek bile imkânsızdı, çünkü hayatın üç kuruşluk bile değeri yoktu. Bütün bunlarla karşı karşıyayken Montaigne, istemesine rağmen, çeşitli sebeplerden Hint adalarından birinde yaşayamayacağı söylenirse ciddi biçimde saldırıya uğramış olduğunu düşüneceğini yazmıştır.

Günümüz insanının bakış açısına göreyse bu saçmadır. Bırakın Hint adalarından birine gitme fırsatından yoksun olmayı, kendi ülkesi içinde bir kentten diğerine gidebilme imkânından yoksun o kadar çok insan varken, böyle bir şeyden şikâyetçi olmak o kadar saçma ki.

Sadede geleyim, neden bundan bahsettiğime… Çünkü dünyanın sonunun geldiği bir krizin içinde olunduğu yolundaki açıklamaların uzunca bir zamandır dile getiriliyor olması bir tarafa, insanlar daha önce hiçbir zaman bugün bizim yaşadığımız baskıya maruz kalmadılar. Öyle görünüyor ki, paradoks da şurada yatıyor: Tam da bugün sanatçıların kendi mesleklerine farklı biçimde yaklaşmaları, kendilerini tümüyle farklı biçimde görmeleri gerekiyor.

Fakat buna rağmen sanatın zor durumda olduğunu, sıradan işler çıkarmaktan öteye gidemediğini görüyoruz. Günümüz sanatının sorunları hakkında düşündüğümde gözümün önüne böyle nispeten bulanık bir tablo geliyor. Fakat sanata muazzam bir görev verildiğine inanıyorum. O görev de manevi hayatı canlandırmaktır. Kelimenin en genel anlamıyla, Batı’da ve başka yerlerde bilindiği kadarıyla gerçekçilik nedir diye sorabiliriz?

Puşkin, Shakespeare, Tolstoy, Dickens, vs. gibi herkesin bildiği simaların büyük eserleri işte bu gerçekçilik içinde yaratılmıştır. Gerçekçilik, insanlığın hakikatini oluşturur. Manevi olandan kolayca yoksun hale gelebiliriz, neredeyse geldik çünkü. Fakat bu manevi krizin varlığını teslim eden sanatçılar manevi dünyaya heves etmeliler. İnsanlardan, yalnızca maddi biçimleri betimleyerek bahseden sanata gerçekçilik yaftası yapıştırmak imkânsız. Şimdi manevi dünyanın kaybından bahsediyoruz, ama yine de manevi dünyadan bahsediyoruz! Kısa süre önce İtalyan bir ressamla ilgili bir sohbette, “Bu eser ne anlatıyor? Bir gram olsun manevi bir içeriği yok! Tam bir yüzeysellik! En önemli şeyi gözden kaçırıyor, insanın içindeki özü” demiştim.

İşte tam da burada manevi eksikliğin ifade edilmesi, başlı başına bir eserdir; manevi kıtlığımız için konmuş bir ünlem işareti! Bu sanatçının haykırdığı tehlike esasen bu işte… Ama biçimsel olarak neredeyse dilsiz, çünkü manevi eksikliğimizi göstermek için, içinde ahlaki uçurumun açıldığı bir insana bakmamız gerekir. Böyle bir imge, ancak manevi zeminde çalışan bir sanatçı tarafından yaratılabilir. Hemingway’in romanlarından birinde, SilahIara Veda’da yanılmıyorsam, yazar roman kahramanının eşinin cesedine elveda deyişini betimlerken, bir zamanlar kalbinin bulunduğu yerde bir boşluk doğduğunu anlatır. Nihayetinde bu yalnızca bir imge, ama okurun insanın kendi içinde verdiği mücadeleyi hissetmesini sağlıyor. Yazar kahramanın davranışlarını, dış görünümünü de betimleyebilirdi, ama bu yeterli olmazdı.

Sanırım ‘maneviyat’ kelimesini kullanırken tam olarak ne kast ettiğimi söylemenin zamanı geldi. Bu kelimeyi kanıksamış bulunuyoruz, ama sanat eserlerinde maneviyatın varlığından bahsederken epeyce soyut kalıyor. ‘Maneviyat’ derken aklıma öncelikle insanın, hayatın anlamı denen şeye ilgi duyması geliyor. Bu en azından ilk basamak. Kendilerine bu soruyu soran insanlar, artık bu düzeyin altına inemezler. Gelişecekler, ileri gideceklerdir. Ne için yaşıyoruz? Nereye gidiyoruz? Yaşayacağımız –birbirimizi pohpohlayacağımız- seksen yıllık ömür boyunca bu gezegende var olmamızın anlamı ne? Kendilerine bu soruları sormayan, bu soruları sormamış insanlar maneviyattan yoksun insanlardır. Başka bir deyişle hayvanlar, kedigiller düzeyinde var olurlar; hayvanlar kendilerine böyle sorular sormazlar.

Çok mutlu kediler gördüm, inkâr edemem. Özellikle Kipiing’in kedilerine bayılırım. Ama bu durumda bir insanla bir hayvan arasındaki fark nedir? Gerçekten de bir fark var mı? Belki de, yıllardır bana öğretildiği gibi, bizler yalnızca son derece gelişmiş hayvanlarızdır. Hayvanlardan farkımız kendimizin farkında olmamız. Peki, bu ne anlama geliyor? Kendimizi dünyanın merkezinde görüyoruz. Evrenin merkezi bizmişiz duygusuyla yaşıyoruz. Öyle görünüyor ki, bunun tamamen farkındayız, bunu hissediyoruz, ama bir sebepten dolayı bu olguya hayret etmeyi de bırakmışız.

Kendimize neden yaşadığımızı sorarken, hep bir cevap bekliyoruz. Bu soruya kafa yormayan sanatçı, sanatçı değildir. En kritik sorunlardan birini, insanları hayvanların tersine, gerçekten insan yapan bir sorunu göz ardı ettiği için gerçekçi değildir. Ve işte bu soruları yüklenmeye başladığımızda gerçek sanat dediğimiz şey doğmaya başlar.

Diyebilirim ki, kendim yeterli sanatsal beğeniye sahibim, hiç olmazsa yıllarca sanat okulunda okudum. Bunu sırf, hemen hemen profesyonel bir bakış açısıyla resim sanatı üzerine yargılarda bulunma hakkına sahip olduğumu anlayasınız diye söylüyorum. Yirminci yüzyılda resim sanatının, en yüksek örnekleri, en büyük başarıları açısından bile maneviyatın eksik kaldığını, bu yüzden de kusurlu olduğunu söylemeliyim. Günümüz sanatçılarının arayışları bazı dış meselelere yoğunlaşıyor. Bütün bu tarz arayışı, bir ekole ait olma arzusu, yalnızca eserin gösterilmesi ve satılması için.

Leonarda’nun eserlerini hatırladığımızda, ne bileyim Pierro della Francesca’nın eserlerini hatırladığımızda, Rublev’i düşündüğümüzde (kusura bakmayın, sonsuz sevdiğim sanatçıların adını defalarca tekrarlayabilirim, Rembrand’ı hatırladığımızda, karşımıza devasa bir iç dünya çıkıyor, yoğun, güçlü… Kısacası benim izlenimim şu ki, o meşhur, o resim ustası Picasso bile nereye gittiğimiz, neden var olduğumuz sorularıyla uğraşmamış, beni çürütmeye çalışmayın, çünkü Picasso tümüyle farklı sorularla uğraşmış.

Rakipsiz ustalığı bir yana Picasso benim zevkime pek hitap etmiyor. Onun günümüz insanlarının dramını kavramış, manevi yönü güçlü bir sanatçı olduğunu kim söyleyebilir ki? Dünyanın uyumsuzluğundan uyum aradı, ama bulamadı. Parçalanmışlığı, onun nişanesidir. Çok zamanlar boyunca, aynı modelle, aynı desenle, her birini evirip çevirip değişik biçimlerde gölgeleyerek, yandan görünüşünün boyunu kısaltarak çok tuvaller boyamış, sanki bu dünyada insanın iç varlığını yakalamak istermiş gibi, hayatın ritmini izliyormuş gibi. Neresinden bakarsanız bakın sosyologdur, ama manevi yönü güçlü değildir.

‘Naif’ tarzda çalışan Fransız ressam Henri Rousseau’yu hatırlayalım, bir de bu tarzda resim yapmaya çalışan günümüz ressamlarını hatırlamaya çalışalım. Arada muazzam bir fark görürsünüz! Elde kalan tek şey tarz olmuştur, iç dünya artık kimsenin ilgisini çekmemektedir.

Buluştuğumuzda, bir araya geldiğimizde düşündüğümüz şeylerden, ne için yaşadığımızdan bahsetmekle ilgilenmeyiz. Birbirimize bakmak, birbirimize dokunmak, birlikte içmek, dans etmek, sevişmek istiyoruz, ama birbirimizi huzursuz etmeye gelince, yazıldıysa bozulsun diyoruz. Ayrılırken birbirimize sıkıntı vermek istemiyoruz. Bu toplumsal olarak dayatılmış bir kayıtsızlık Hepsi de yansımasını sanatta buluyor. Ama paradoks da burada yatıyor işte: Bunu resmederek sanatçılar kendi manevi dünyalarını yitiriyorlar.

Çok uzun zaman olmuyor, tanınmış Rus filozof, din felsefecisi, antropoloji felsefecisi, kültür ve estetik üzerine çalışan Il’in tarafından yazılmış bir kitapta sanatçıların, şairlerin, dâhilerin kendi insanlarını nasıl yarattığı üzerine ilginç bir pasaj okudum. Il’in bu insanların halklarına manevi bir duyum kazandırdıklarını söylüyordu, bir anlamda onları kutsadıklarını. Bu kitaptaki güçlü bir kavrayışı gösteren birkaç gözleme rağmen, Il’in’le hemfikir olmamın imkânsız olduğunu düşünüyorum. Benim gözlemlerim tam tersini işaret ediyor. Sanatçının halkının sesi olduğunu, onların iç dünyalarını, manevi durumlarını dil aracılığıyla ifade ettiğini, böylece estetik anlamda sessiz olan insanların duygularını, düşüncelerini ve ümitlerini aktardığını gösteriyor. Bu olguyu başka türlü açıklayamıyorum, çünkü toplumun bugünkü manevi durumu sanatçının omuzlarına dikkat çekici derecede yük bindiriyor.

Bu yüzden de bir tek yol olduğuna, iyi de olsa, kötü de olsa başka bir alternatifi olmadığına inanıyorum: Sanatçılar yeteneklerine sadık kalmalı ve neden yaşadıklarını kendi kendilerine açıklamaya çalışmalılar. Ve de hem kendilerinin hem insanların manen gelişmesini sağlayacak hayati önemdeki bazı idealleri, manevi ve etik idealleri seçmeliler. Günümüz sanatçıları neden yaptıkları iş için hemen ödüllendirilmeyi bekliyorlar? Uzun değil, yaklaşık yüz yıl önce sanatçılar yalnızca çalışmaları gerektiğine, kaderlerinin Tanrı’nın iradesiyle belirlendiğine, kaygılanacakları bir şey olmadığına inanıyorlardı. Bugünün sanatçılarıysa yaptıkları işin bedelinin hemen ödenmesini istiyorlar. Daha önce hiç böyle olmamıştı! Zamanında Çalyapin bile, yalnızca kuşların bedava şakıdığını söylemişti. Belki de bağlam dışına çıkıyorum, ama bana öyle geliyor ki, bu tür laflar sarf eden bir sanatçının manevi dünyasını tartışmak zor. Fakat öte yandan sanatçılara hiçbir zaman bugün olduğu kadar dehşet verici bir biçimde bakılmadı. Mesela, Rus soylularının yarattığı on dokuzuncu yüzyıl sanatını ele alalım. Dostoyevski’nin zor bir hayat sürdüğünü herkes biliyor, ama Tolstoy, Lesköv, Turgenyev gibi başka birçok ünlü yazar ve daha birçokları, kendi mülklerinde gayet rahat bir hayat sürerek çalışmışlardır.

Uzun sözün kısası, eskiden sanatçılar manevi bir yol tutma konusunda daha özgürdüler. Ülkemizde bugünkü demokrasi rejimi altında, sanatçılar kendilerini genelde bir yevmiye karşılığı çalışmak zorunda kaldıkları bir durumda buluyorlar. Yine de Andre Breton’un Sürrealist Manifesto’da söylediği gibi yiyecek ve kazanç, sanatçıların neden fahişeye döndüğünü açıklayamaz. Sanatçılar her durumda kendi kaderlerinden sorumludurlar. Ama sorun varlığını sürdürüyor. Ve genel olarak işlerin böyle olmasının sonuçları da kendini herkese gösteriyor.

Yine de tekrarlıyorum, sanatın bugünkü durumu sorunu, büyük ölçüde sanatçıların kendilerine dayanıyor. Sanatçı kalmak istiyorsak para ya da zenginlik beklememeliyiz. İşte, beni her şeyden çok kaygılandıran meseleler yelpazesi böyle. Elbette ki bu, sanatçının sorumluluğu diyebileceğimiz konunun yalnızca bir yönü. Başka yönleri de var. İnsanlar Tanrı’ya benzer yaratılmıştır, içimizde sanatsal bir tohum taşıyorsak eğer -herkes doğuştan bu tohumu taşır- yeteneğimizi heba etmemeliyiz, onu kendi malımız gibi görmeye hakkımız yok. Sanatçının önüne sürülen taleplerin bilincinde kalmak istiyorsak, bunu unutmamamız gerekiyor. Belki dışarıdan bakınca bu bir çatışma olarak görünüyordur, sanatçı ile halk arasında bir çatışma. Zevkler, çıkarlar, istekler ne olursa olsun, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi dikkate almadan hizmet etmemiz gerekiyor. Çünkü neden burada olduğumuzu unutmazsak, bu büyük ölçüde zıtlık olmaktan çıkacaktır, çünkü sanatçı insanların sesidir; kendisi bunu kuvvetle reddetse dahi. İşte esasen bugün sizinle yaptığım sohbetin asıl meselesi de bu. Bu özel konunun perspektifinden bakıldığında belki atladığım, hala belirsiz kalmış noktalar olmuştur.

Bu durumda, aklınıza gelmiş olabilecek soruları cevaplamaya hazırım…

Offret, The Sacrifice (1986)

Sayın Tarkovski’nin hakkında bu kadar dürüstçe konuştuğu şeyi ve bugün karşı karşıya olduğu sorunları gayet iyi anlıyorum. Halk sizin ‘manevi’ bir söz sarf etmek istediğinizi gayet açıkça anlıyor Ama benim sormak istediğim şey şu: Halkın tepkisinin sizi sıktığını düşündüğünüz oluyor mu, halkın bu ‘manevi’ sözü anladığını düşünüyor musunuz?

Ee, öncelikle konuştuğumda sizde manevi duygular uyandırmayı amaçlamıyorum. Çünkü ben de, hepiniz gibi, kendi alanımda çalışıyorum. Halktan çabucak tepki almayı bekleyen bir vaiz değilim. Böyle bir yeteneğim yok. Çünkü bu, benim heves etmediğim özel bir yetenek ve beceri gerektiriyor. Dolayısıyla, bu salondan başınızdan bir haleyle ayrılacağınızı, artık değiştiğiniz için bundan sonra yeni bir hayata başlayacağınızı söyleyemem. Benim görevim insanların birbirlerini daha iyi anlamasını sağlamakta yatıyor. İzleyicilerimin benim mesleki sorunlarımı bilmelerini, beni en sıkan sorunlardan haberdar olmalarını önemsemişimdir.

Bana, filmlerimi izlediklerinde izleyicilerde oluşan manevi etkiyi ölçüp ölçmediğimi sormuş olsaydınız, bunun en azından, benden önemli bir cevap bekleyen önemli bir soru olduğunu kabul ederdim. Ama siz bunu sormadığınız için ben de cevaplamıyorum. Bugünkü sohbette amacım, beni daha iyi anlayabilmeniz, başka profesyonellerle olduğu gibi kişisel sorunlarımı paylaşabilmeniz için bir şekilde sizlerle temas kurmaktı. Bu meseleler bir düzeyde zihninizi meşgul ettiyse çok mutlu olurum.

Şu maneviyat meselesini biraz daha somut biçimde açabilir misiniz? Bu size göre Yaradan’a ve ilahi olana karşı bir tavrın önceden belirlenmiş olduğu anlamına mı geliyor? Bir cevaba ulaştınız mı, ya da bir sanatçı olarak bu soruyu yalnızca kendi kendinize mi soruyorsunuz?

Bana öyle geliyor ki, ben doğuştan çok basit bir insanım ve dolayısıyla, örneğin dünyanın her zaman var olduğu fikrine inanmanın, şu fani dünyada her şeyin yaratılmasından önce bir sebebin bulunduğunu düşünmekten daha kolay olduğunu söyleyen temel düşünceye katılmam hiçbir şekilde mümkün değil. Bu dünyadaki varlığımın böyle bir sebebi bulunmadığına ikna edilmeye çalışıldığımda, kusura bakmayın ama, buna inanamıyorum. Çok idealistçe ama, bu paradokstan dolayı beni mazur görün.

Kendi manevi sistemimi daha somut biçimde tanımlama konusunda da, hayatın anlamı nedir sorusunu kendime sorduğumu, sonra da cevaplamaya çalıştığımı daha önce söylemiştim zaten. İşte bu cevap uğruna çalışıyorum. İdeallerimin ne olduğunu, özellikle de insanların gailesi ve yaşama sebebimiz olarak gördüğüm şey bağlamında ideallerimin neler olduğunu açıklayabilecek bir model yaratmaya çalışıyorum. İnsanın kendi manevi dünyası hakkında karar vermesinin ilk basamağı hakkında yeterince söz sarf ettim. Çünkü genel olarak maneviyatla ilgili sorunlardan konuşacaksak, o halde hayatımızda bir şey eksik demektir. Aslına bakarsanız, hayli fazla sayıda insan, hayat yolculuklarını tamamlarken bırakın bu soruyu cevaplamamış olmayı, bu soruyu kendilerine hiç sormamışlardır bile.

Günümüz insanı neden özellikle manevi dünyadan yoksun sanat istiyor?

Halk manevi dünyadan yoksun sanat talep etmiyor. Genel olarak herhangi bir tür sanat talep etmiyor. Elbette, gerçek sanata ilgili izleyiciler hep olacak. Ama ben sanatçının ticari rahatının dayandığı halktan bahsediyorum. O da sanat istemiyor, eğlence istiyor.

Manevi dünyanızı, Ayna’da o kadar ağırlıklı biçimde görülen şeyi kaybedebileceğiniz fikri sizi rahatsız ediyor mu ?

Bu çok ciddi bir soru, hiç kuşkusuz ciddi bir soru. Manevi dünyanın kaybından bahsettiğimizde, toplumsal bir anlamda, bu insanın kişisel olarak manevi dünyasını kaybetmesi anlamına gelmiyor, parasını kaybetmesi, hesap cüzdanını kaybetmesinde olduğu gibi. Bu süreç kendini başka bir biçimde gösteriyor: İnsanlar bankada hesapları olmadan doğuyorlar. Bir şekilde onsuz da hayatta kalıyorlar. Farklı biçimde yetiştiriliyor ve eğitiliyorlar. Esas bu toplum manevi dünyasını yitiriyor, tek tek bireyler değil. Çünkü eğer -bu durumda kesinlikle ‘eğer’- insan manen bir düzeye çıkmışsa, onu kaybedemez. Mesela, Raskolnikov’da olduğu gibi ölümcül bir günah işlemez, ölümcül bir hataya düşmezse eğer. Kendisinin manen bir düzeyde olduğunu hisseden insan içinse en korkunç şeylerden birisi onu kaybetmektir. Hamlet işte bu meseleyle ilgilidir. Hayattan kopmamak, maddi dünyaya bağlı olarak yaşamak için Danimarka Prensi’nin kendini Elsinore’da, etrafında yaşayan alçakların seviyesine indirmesi gerekmiştir. Trajedi onun ölmesi değildir, çünkü ölüm onun gözünde, içinde bulunduğu durumdan kurtulmak demektir; trajedi manen güçlü de olsa bir adamın katil olmasıdır. Bu, ruhun trajedisidir. Bu yüzden de onun trajedisi, örneğin antik trajediden ayrılır.

Batılı sanatçının durumundan bahsettiniz. Bir de Doğu Avrupalı sanatçıların durumunu, koşullarını anlatabilir misiniz? Batılı sanatçı manevi bir çöplükte yaşıyor, peki Doğulu sanatçı ne yapıyor?

Buna cevap veremem. Daha doğrusu, ancak kendimden örnek vererek cevaplayabilirim, çünkü başkaları adına konuşamam. Lafın gelişi, birinin adını veririm, sonra gazetenin birinde bu kişi tarafından kaleme alınmış, Batılı seyircileri aldattığımı söyleyen bir cevap yayınlanır. Dolayısıyla, daha önce de dediğim gibi, yalnızca kendimden bahsedeceğim.

Batı’daki maneviyat eksikliğiyle ilgili olarak, ben bunu aynı biçimde genelleştirmezdim. Bu meseleden böyle genel terimlerle bahsederek buradaki, Batı’daki maneviyat eksikliğini, Doğu’daki maneviyat sorununa eklemleyen sizsiniz. Burada, Batı’da manen zengin çok sayıda insanla tanıştığımı, tanışmaya da devam edeceğimi inkar edemem, ama genel bir gelenekten, toplumun içinde geliştiği bir gelenekten bahsediyorum. Doğu Avrupa toplumu manen zenginken, Batı Avrupa toplumunun kesinlikle maneviyattan yoksun olduğunu söyleme cüretini bulamazdım. Bu doğru değil. Ama böyle bir eğilim var. Burada bir manevi çöplük, toplumdan yalıtılmışlık duygusu gözleniyor; bizim içinse insanlarla birlik olma, manen insanlarla dayanışma içinde olma duygusu var. Bundan hiç kuşkum yok.

Özel olarak benim durumumdan bahsedecek olsaydık, benimle ilgili her şey gayet iyi biliniyor. Zamanınızı almak istemem. Toplantıdan hemen önce dağıtılan broşürlerde bile hakkımda çok şey yazılı, sorunuzu cevaplamaya yetecek kadar bilgi orada var.

Aslında sizin manevi dünyanızı öğrenmeye ihtiyacımız yok, filmIerinizde hissediyoruz.

O zaman benden ne istendiğini tam olarak anlayamamışım.

Manevi gelişmeden, maneviyatın kaybedilmesinden bahsettiniz, ama insan gerçekten de manen gelişebilir mi?

Böyle bir şey ya vardır, ya yoktur. Bana böyle bir soru yöneltilmesini tuhaf buluyorum. Belki de bütün hayatlarını manevi gelişme meselesine adamış insanlarla konuşmanız gerekiyor. Bu konuda milyonlarca kitap yazılmış.

Dünyanın çeşitli yerlerinde, tarihin çeşitli dönemlerinde. Bu yüzden de sizi bu kitaplara yöneltmem gerekir. Ama benden bir cevap bekliyorsanız, o zaman şunu söyleyebilirim: İnsanın varoluşunun yegâne amacı, size ayrılan zamanı, doğduğunuzda bulunduğunuz seviyenin en azından bir basamak daha üstüne çıkmak için kullanmanızda yatar. Hayatın amacı budur.

Andrey Arseneviç, size iki sorum olacak. İlki, kendinizi Rus Ortodoks Kilisesi’nin öğretilerini izleyen inanç sahibi biri olarak görüp görmediğiniz. İkinci sorum da bugün belagatle dile getirdiğiniz görüşlerle, bu görüşlerin önceki yüzyılın Ortodoks düşünürlerinin, özellikle de Khomyakov ve Dostoyevski’nin görüşlerini ne kadar andırdığıyla ilgili. Sizin durumunuzda, bu görüşlerin Batı dünyasının reddi olmasından ziyade, Sovyet propagandası ve Sovyet dünya görüşüne bir tepkiyi yansıtmasının daha muhtemel olmasında doğruluk payı yok mu?

Batı dünyasının bununla ne ilgisi var? Benim iç sorunlarımın bağlamında, bunlardan hem bahsederim, hem edemem. Kendimi inanç sahibi bir insan olarak görüyorum, ama durumumla ilgili ayrıntılara ve sorunlara da girmek istemiyorum, çünkü o kadar düz değil, o kadar basit değil mesele, o kadar açık da değil. Şimdilik benim görüşlerimden değil de Slavofilizmden bahsedelim. Khomyakov ile Dostoyevski’yi bir araya getirmeniz hoşuma gitti. Böylece sorunuzu cevaplamış oldunuz, çünkü Dostoyevski bir Slavofil değildir. Hatta Khomyakov’a muhaliftir ve birçok bakımdan onunla yolları ayrıdır. Dostoyevski bir ‘hareket’e karışamayacak, bir ‘hareket’e ait olamayacak kadar büyüktü. ‘Hareket’ sözcüğünü tırnak işaretleriyle dile getirmiş, tırnak işaretleriyle yazmıştı.

Ben Slavofillerin görüşlerine çok uzağım. Bu bakımdan birçok yönden Soljenitsin’e katılıyorum. Batı’ya karşı tavrımla ilgili olarak anladığım kadarıyla, Batı’da gördüğüm şeye tepkimden, her şeyi nasıl eleştirdiğimden, doğal olarak bir birey olarak nasıl karşılık verdiğimden bahsediyorsunuz. Ben Sovyetler Birliği’nde eğitildiğim için, tepkim kaçınılmaz olarak eğitimimden başka bir şeye dayanamaz. Genel olarak her şey tümüyle doğal: Ben kimsem oyum. Tepkilerimi de içimdeki cevher belirliyor.

Ama benim açımdan mesele başka bir yerde yatıyor. Batı’da o kadar uzun süre kaldığıma göre, kendimi bu bakış açısından ayırmalı mıyım, bu durumdan ayırmalı mıyım, duyarlılığını daha derin, daha ağır bir hal alır mı? Bunu şimdi cevaplamak çok zor. Ama… bakalım. Bir farklılık görecek kadar yaşarsak, o zaman bu konuda konuşuruz. Yaklaşık elli yıl yaşadığım ülkeyi eleştirmeye o kadar da meyletmediğimi fark etmişsinizdir herhalde. Hemen etiketler yapıştırmaya başlayan, bağnazca bir şeyi eleştirip başka bir şeyi göklere çıkaran insanlardan değilim. Bu mesele, iki dünya arasındaki ilişkiler meselesi inanılmaz derecede önemli. Hatta hayati önemde diyebilirim. Bu bir arada var olma sorunu değil, bu şekilde tarif edilmesi daha feci ve gürültülü olabilir. Acele hükümlere varmaktan her zaman kaçınırım. Bu fikirler ve sorunlar sürekli dikkatimi çekiyor. Bunları her zaman düşünüyorum, ama şimdi bunlardan bahsetmek istemiyorum, çünkü henüz çok erken.

Bir sanatçı olarak beni kesinlikle kaygılandıran toplumsal çatışmalar ve sorunlar bulunsa da, beni siyasetten daha fazla ilgilendiren şeyler var. Siyasetçilere ve partilere o kadar çok güveniyoruz ki, profesyonel siyasetçiler bizim adımıza her şeye karar veriyorlar. Bir süre önce bir partiye üye olmak profesyonel bir gösterge değildi, ama şimdi parti üyeliği bir meslek! Ama genel olarak bu beni ilgilendirmiyor. Çünkü tepeden tırnağa feci biçimde kusurlu. Büyük Engizisyoncu geliyor, özgür iradenizi alıyor, size ya bir parça ekmeği ya bir parça demokrasiyi seçebileceğinizi söyleyip ‘ben buna bakacağım, sen de diğeriyle uğraşacaksın’ diyor. . .

Kısacası bizi refaha götüren, felaketin eşiğine getiren profesyonel liderler var, bir yanda da bu yolun doğru olduğunu düşünen, bu yüzden de liderlerine bütün kalpleriyle güvenen insanlar. Bir parça ekmek ya da Batı Avrupa demokrasisi denen şey için ödediğimiz bedel işte bu.

Burada çok derinlere dalmak istemiyorum, yalnızca bu durumun beni çarptığı, bana delicesine yanlış göründüğü gerçeğine dikkatinizi çekmek istiyorum. Dostoyevski bunları yazmıştı zaten, ama ben Rus’um, Dostoyevski’yi de severim. Dünya kültürünü, Batı’yı ve başka yerleri etkilemiş, en az onun kadar önemli başka isimler de sayılabilir, ama öyle anlaşılıyor ki, Dostoyevski konumuzla daha ilgili. Dolayısıyla, bir şeyi eleştirdiğimi, bir şeyi anlamadığımı söylediğinizde, yaptığım şey, herkesin teslim etmeye direnmesi gerektiğine inandığım şeyi teslim etmemektir: Ruhunuzu bir başkasına teslim edip de ruhsuz bir şekilde mutlu mutlu yaşamak nasıl mümkün oluyor, bir tımarhanede hafif sıyırmış biri gibi yaşamak…

Son bir soru daha. Batı sanatının kendine yoğunlaştığını ve benmerkezci olduğunu söylediniz. Ama kendi ruhu, kendi kişisel sorunları, kendi çocukluğu hakkında en fazla düşünen yönetmen kimdir diye sorulursa da, hemen Tarkovski denecektir. Öyle görünüyor ki, aynı kendine saplanma hali sizde de var. Belli ki kendini yansıtma ile kendine düşkün olma arasında bir ayrım yapıyorsunuz, öyle değil mi? Sınırı nasıl belirliyorsunuz?

Batı kültürüyle başka herhangi bir Rus’un, Dostoyevski’nin, bütün Rus kültürünün yaptığı gibi uğraştığımı anlamıyor musunuz? Benmerkezciliğimi mazur görmek istiyorsunuz, ama ben hiç benmerkezciliği kabul etmemeye kalkmış biri değilimdir ki. Çalışmalarımın benmerkezci olduğunu söylüyorsunuz, ben bunu reddetmiyor olmakla kalmam, bu benmerkezciliğin şiarım olduğunu bile söylerim. Bu bir ayıp değil, bir gerçek. Doğu ve Batı maneviyatları arasında bir fark olduğunu açıkça söylüyorum, ama kendimin de orada Doğu’da, yukarılarda bir yerde olduğumu söylemiyorum.

Sözgelimi bir zamanlar Japon bir ressamın yaptığı şeyi yapmaktan çok uzağım: Bir Şogun’un, Japon feodal derebeyinin sarayında şan, şöhret kazandıktan sonra ressam her şeyi bırakmış, hiç kimsenin onu tanımadığı bir yere gitmiş, başka bir isimle yeni bir işe başlamış. Hatta yeni bir üslüp geliştirmiş. Bunların hepsi de Batı’da tamamıyla imkânsız, ben de biraz buna imreniyorum.

Ne yazık ki hiçbirimiz böyle değiliz.

Böylece soru faslının sonuna geldik, son olarak söylemek istediğin bir şeyler var mı, Andrey?

Son konuşmamı bitirirken söylediğim şeyleri, şimdi de yinelemek isterim. Buraya bir maneviyat peygamberi gibi görünmek amacıyla gelmedim, özellikle de manen benden daha yüksek olabilecek bir dinleyici grubunun karşısına bu amaçla çıkmak gibi bir niyetim olmadı. Ben yalnızca, sanatın hiçbir zaman onsuz olmadığı, onsuz olamayacağı meseleye dikkatinizi çekmek istedim. Aksi takdirde, çok geçmeden, sırf tiksinti yüzünden hiç yenmemesi gereken şeylerle beslenmeye başlayacağız.

Iskusstvo Kino, No. 4 (1989), s. 88-106
(Rusça’dan çeviren: Tim Harte)

Kaynak: Andrei Tarkovsky – Şiirsel Sinema – Agora Kitaplığı


Like it? Share with your friends!

1
1 point
dadaoğlu

Haydar Dadaoğlu, Eylül 1980'de Şili'de dünyaya geldi.

0 Comments

Choose A Format
Poll
Voting to make decisions or determine opinions
Story
Formatted Text with Embeds and Visuals
List
The Classic Internet Listicles
Video
Youtube and Vimeo Embeds
Audio
Soundcloud or Mixcloud Embeds
Image
Photo or GIF